Küresel dalgalanmada bankalar zor günler yaşıyorlar, bazılarına devlet el koyuyor, bazıları el değiştiriyorlar, borsalar hızla kan kaybediyor, tüketim durmuş, hatta gerilemiş, tüketimlerin durması fiyat düşürerek piyasa yaratmaya dönük bir çaba gösteriyorsa da nafile bir çaba.
ABD’de gördüklerimi son 2 gündür okudunuz. 700 milyar dolarlık kurtarma paketine rağmen Wall Street’te bir düzelme yok. Aksine göstergeler hızla düşüyor. Tasarruf telaşı üretim sektörlerinde stokları dağ gibi yapmış. O stoklar eriyecek ki üreticiler bankalardan aldığı kredileri ve işçilerin maaşlarını ödeyebilsinler. Kurtarma paketindeki mevduatların 100 bin dolardan 250 bin dolara çıkarılması dahi tasarruf sahiplerinde bir rahatlatma yaratmış değil.
Krizin Avrupa’ya sıçraması an meselesi diyeceğim ama görünenlere bakılırsa çoktan sıçradı bile. “Sarkozy’nin 300 milyar euroluk fon oluşturalım” teklifi öylesine söylenmiş bir cümle değil. 300 milyar euro dediğine göre Sarkozy bir hesap yapmış olmalı. 300 milyar euro fon hesabının bize ağır bir fatura olarak yansıması an meselesi. AB’de fon konusunun gündeme gelmesi Türkiye’nin doğrudan ilgilenmesi gereken bir durum arz ediyor.
Diğer taraftan borsadaki yatırımların yüzde 70’i yabancı alıcılar. Borsa hareketleri ve gerileme yabancı yatırımcılarda panik havası yaratarak bir kaçış gösterebilir. Bu kaçış doların euro karşısında yükselmesine ilaveten, kaçıştan dolayı doları daha da yükseltebilir korkusu hâkim. Cari açık da bir başka sorun. Türkiye’deki bankacılık sektörünün yüzde 51’i Avrupa kökenli bankalar. Krizin Avrupa’da ABD benzeri gelişme göstermesi bizdeki bankalara da aynen yansıyabilir.
Şirketler olsun, kişiler olsun az veya çok miktarlarda paraları bankalarda. Hepsinin ortak korkusu ve sorusu şu:
“Kriz büyür de bankalara yansırsa paralarımızı nasıl alacağız?”
Krizin döviz ve finans piyasalarına yansımaları bu minvalde. Şimdi gelelim reel sektörün durumuna.
Türkiye’nin mali ve reel sektör piyasalarının yapısı ABD ve Avrupa’dan daha farklı.
Çünkü Türkiye’de finans piyasalarından daha geniş bir alanda yapılanmış bir reel sektör var.
Bir süre önce yazdım. “Güçlü dolar, ihracatçımız için iyi değil” dedim. İyi değil çünkü genel ihracatımızın yüzde 65’ini; tekstil, hazırgiyim ve konfeksiyon ihracatımızın ise yüzde 80’ini euro pazarına yapan bir ülkeyiz. Ayrıca bu ihracatı yapabilmek için hammaddelerimizin ağırlıklı yüzdesini YTL ve dolar ile temin eden bir sektöre sahibiz. İhracatçılarımız yıllardır bu imkânlarla rekabet edebilir haldeydiler. ABD pazarı zaten kaybedilmiş. Bu nedenle yükselen dolar kısa sürede bu pazarda hareket yaratamaz. Ancak AB pazarında kan kaybetmemize neden olabilir. Üstelik dolar yükseldiğinden ithalattan kaçış başlar ve iç piyasa alımlarına dönebilirler. Bu durum iç piyasada hareket gösterecek anlamına gelse de iç piyasada fiyatlar yükseleceğinden rekabet anlamında bir kaosu bu noktada yaşayabilirler.
O reel sektör döviz hareketleri, düşen tüketim eğilimi, daralan kredilerin yanı sıra uzun süredir ödeme ödememe, kısaca tahsilat sorunu yaşamaktaydı. Bu sıkıntı küresel krizin ardından daha da artmış durumda. Banka kredileri kullanımı yaygın değil. Yaygın olmayan banka kredileri, sektörlerin birbirlerine kredi açma yapısını gerektirince çok geniş alanda alacak borç ilişkisi var. Bu ilişki o kadar yaygın ki, vadeli çeklerin yoğunluğu had safhada. Ancak vadelerin uzunluğu riskleri artırırken her çekin arkasında 8-10 ciro olması ekonomiyi de şişiriyor ve asıl tehlike işte bu noktada başlıyor. 10 bin YTL’lik bir çekin arkasında 8 ciro olması ekonominin 10 bin dolarlık ekonomik hareketi 80 bin YTL’ye çıkardığında ve o çekin ödenmemesi halinde 8 cirantanın güç durumda kalması reel sektör piyasalarının çok güç durumda kalacağının habercisi. Bu çeklerin ödenmemeleri domino etkisi yaratarak reel sektörü kilitleyecek ve iflasları gündeme getirecek korkusu hâkim. Geçen hafta içerisinde Başbakan’ın bir konuşmasında “çek”lere dikkat çekmesi herhalde bunun içindi ama kimse üzerinde durmadı. Oysa bu konu üzerinde durulması gereken çok önemli bir konu ve piyasalara mali sektör krizinden çok daha ağır darbe vuracak nitelikte. Anlayacağınız reel sektörde yaygın olan sektörün sektöre kredi açma yapısı ödenmeme ve güven anlamında darbe alırsa iş hayatı durur.
Tasarruf eğilimi nedeniyle mal satamama sıkıntısı yaygın. Malını satamaması reel sektör iş sahibini üzen bir yapı oluşturuyor. Ancak işin bir ilginç yanı daha var: Malını satan reel sektör mensubu malını sattığında üzüntüsüne bir de “Acaba ödenir mi?” korkusu yaşıyor.
Talep düşük, hatta yok. Talepsizliğin böyle devam etmesi hali işten çıkarmalara varacak. İşsizlik psikolojik bunalımların yanı sıra borçlarını ödeyememe durumu yaratacak ve bu kez reel sektör bir darbe daha alacak.
Reel sektörün bir sıkıntısı daha var: Yaptıkları yatırımlardan kalan borçları 120 milyar dolar. “Düşen satışları, daralan banka kredileri ve kapanan fabrikaları üçgeninde bu borçlar nasıl ödenecek?” sorusunun şu an cevabı yok.
Tüm dünya küresel kriz dalgalarıyla boğuşurken Başbakanımız “Hamdolsun bizde bir şey yok” diyebiliyor. Ama “Çeklere dikkat, döviz ile borçlanmayın” demekten de geri kalmıyor. Demek ki açık edemediği bir şeyler var. Süper güç ABD’nin başkanı Bush 700 milyar dolarlık kurtarma planının onaylanmasından 25 dakika sonra televizyonlara çıkıp “Çok zor günler yaşıyoruz, ekonomimiz iyi değil” derken biz “inşallah, maşallah” temennileriyle ekonomik kriz yönetme çabasındayız.
Gelin biz Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’ı dinleyelim. “Bize bir şey olmaz demeyin, herkes dikkatli olmalı.”
Bize çok şey olur ve olacak. Hatta mali piyasalardan daha çok reel sektöre olacak. Hazırlıklı olmak gerekir.
30
Şevket Sürek